Son Yazılar

8 Mayıs 2015 Cuma

Wallerstein ve Kapitalizmin Geleceği: Danimarka Olabilme İhtimalleri ve Küreselleşme



II. Dünya Savaşı'ndan 1980'lere kadar geçen sürede gelişmekte olan ülkelerin çoğu "kalkınmacı politikalar" uyguladılar. 1980'lere doğru kalkınmacılığın çeşitli sorunlar nedeniyle işlerliğini yitirmesi sonucu ortaya çıkan çözüm, birçok ülke için liberalleşerek ödemeler dengesi ve ihracat sorunlarını aşmak oldu. Bu süreç yerli sanayilerin yapısını ve gelişimini derinden etkiledi. Siyasi ve ekonomik açıdan Washington Oydaşması (Washington Consensus) devletin ekonomiye aktif müdahalesini önemli ölçüde sınırlayarak çeşitli uluslararası anlaşmalar yoluyla birçok sektörde özelleştirme ve liberalleşmeyi artırarak küreselleşerek büyümeyi tek yol olarak sundu. 2000'lere kadar çok az kişi küreselleşmeden şüphe duydu. Ne var ki 1997 Doğu ve Güney Asya Krizi, Dünya Ticaret Örgütü (WTO) görüşmelerinin tıkanması, ABD'deki cari açık krizi ve son olarak 2008 Küresel Finans Krizi küreselleşmenin de sihirli iksir (panacea) olmadığı gösterdi. Wallerstein'in 2005 yılındaki sunumu kalkınmacılık sonrasındaki küreselleşmenin geleceğini sorgulamaktadır (Wallerstein, 2009).
 Wallerstein, kapitalist küreselleşmeci sistemin küresel ölçekte Danimarka seviyesinde bir refah vaat edip etmediği ve siyasi olarak asimetrik güç dengesinin ortadan kalkma olasılığı ile bu olayların gerçekleşmemesi durumunda ne gibi alternatiflerin olduğu noktalarını tartışmaktadır.
İlk olarak, Danimarka seviyesinde bir refah artışı kapitalist dünya sisteminin bugüne kadar olan tarihinde hiçbir zaman gerçekleşmemiştir. Küresel sistem daima merkez-çevre arasındaki artık değer aktarımı (surplus transformation) yoluyla işlemiştir. Bu durumda dünya üzerindeki ülkelerin aynı yüksek gelir seviyesine yakınsamaları ihtimal dışındadır. Tarihsel olarak ise mekanizma tam tersi yönde, yani ıraksama yönünde gelişmiştir. Sistemin işlerliği merkezdeki tekel gücüne sahip firmaların kârlılığı ve bundan kaynaklanan sermayenin birikim süreci sonucunda ortaya çıkan sermaye gücü üzerine kuruludur. Tekel gücün ve sermaye birikiminden kaynaklanan kârlılığın ortadan kalması bir anlamda kapitalist dünya sisteminin de sona erdiğini gösterecektir. Sonuç olarak gelecekte sermayedar merkez ülkeleri ile çevre ülkeleri arasındaki kutuplaşma daha da artmak zorundadır. Gelişmekte olan ülkelerin "kalkınma başarısı" sonucu bu kutuplaşma ortadan kalkacak olursa sistem zaten durgunluğa girecek ve işlerliğini kaybedecektir. Wallerstein'a göre ilk durum daha olası görünmektedir. Dolayısıyla şu anki dünya sistemi refah dağılımı veyahut hiçbir anlamda bir Danimarkalaşma vaat etmemektedir.
İkinci olarak, sistemin eşitlikçi vaatler sunmadığı halihazırdaki asimetrik güç dengesinde sürdürülebilirliliği de pek mümkün görünmemektedir. Fakat bu sonun 1960'larda düşünüldüğü gibi alt tabakadan gelen devrimci halk hareketleri (eski sol) ile gerçekleşeceği düşüncesi gerçekçi değildir. Wallerstein'in "Porto Allegre Ruhu" olarak nitelediği küreselleşme ve neoliberalizm karşıtı akımın da bu noktada başarıya ulaşması mümkün görünmemektedir[1]. Sistemin yıkılışı noktasında Wallerstein, J. A. Schumpeter ile aynı görüştedir[2]. Kapitalist dünya sistemi bugüne kadar sermaye birikimini devam ettirerek ve alt tabakadaki "tatminsiz sınıfı" siyasi olarak kontrol altında tutarak gelmiştir. Bu iki unsur sistemin devamlılığı için hayati önemdedir. Yakın geçmişte sermaye birikimini mümkün kılan düşük üretim maliyetleri artmaya başlamış ve kapitalist birikim üretimden finansal spekülasyona doğru kayma yaşamıştır. Fakat bu sektör de uzun vadede sürekli bir karlılık garanti etmemektedir. Üretim unsurlarının ücreti politik süreçler sonunda artmaktadır. Küreselleşmeci sermayedar kesim üretim maliyetlerini içselleştirerek kamuya yıkmak ve vergi maliyetlerini azaltıcı düzenlemelerle bu durumdan kurtulmaya çalışsalar da üretim maliyetleri kapitalist birikimin ilk aşamalarına oranla oldukça yüksek seyretmektedir. Dolayısıyla kapitalist sistemi sona doğru sürükleyen sistemin başarısı sonucu ortaya çıkan üretim maliyetlerindeki artışın[3] sermayeyi finansal sektöre sıkıştırmasıdır. Sermayedar kesimin sahip olduğu siyasi ve ekonomik üstünlüğün bu şekilde düşüşe geçmesi sistemin sürdürülmesini siyasi olarak mümkün kılmamaktadır.
Sistemin sürdürülebilirliliği mümkün olmadığına göre ortaya çıkacak alternatif bu sistemin zayıf noktalarını gideren bir biçimde olacaktır. Fakat kesin bir alternatif ortaya koymak bu durumda mümkün değildir. Gelecekteki sonuç günümüzdeki karşıtlıkların sonucunda ve küresel mücadelenin sonucunda belli olacaktır. Bu noktada üç temel durum belirleyici öneme sahiptir. ABD, Batı Avrupa ve Japonya/Uzak Doğu (the triad) arasındaki hegemonik merkez olma mücadelesi; Kuzey-Güney arasındaki artık değer (surplus) mücadelesi; son olarak da küreselleşmenin içine soktuğu kriz ve bu kriz sonrası yeni bir sisteme geçinceye kadar devam edecek olan geçiş süreci. İlk çekişme hegemonik merkez olma noktasındaki uzun süreden beri devam eden kültürel, ekonomik ve siyasi mücadeledir. Wallerstein'a göre son durumda üç aday da eşit şansa sahiptir[4]. İkinci çekişmenin sonucunda ise halihazırdaki durumdan çok farklı bir senaryo beklenmemektedir. Güney'in kalkınmacılık döneminde elde ettiği kazanımlar, küreselleşme sürecinde Kuzey'in politik başarılarıyla yok olmuş durumdaydı. Günümüzde ise hem Kuzey'in kendi içindeki görüş ayrılıkları hem de uluslar arası gündemin çatallaşması Kuzey'in avantajlarını elinden almaktadır. Son çekişme ise küresel ölçekte sermayedar Davos ruhu ile Porto Allegre ruhu arasında yaşanmaktadır. İki grubun da ortak halihazırdaki ve gelecekteki durumla ilgili fikir birliği içinde olmamaları geleceğe yönelik aktif bir mücadele alanı bırakmaktadır. Wallerstein'a göre bu durumda Porto Allegre yanlısı hareketlerin yapması gereken "… güçlerinin yettiği ölçüde her nerede olursa olsun ticarileşmeye karşı mücadele etmektir" (Wallerstein, 2009: 126).
Sonuç olarak kalkınmacılık dönemi Güney'in önemli kazanımlar elde ettiği bir dönem olmasına rağmen sürdürülememiştir. Kuzey'in işleri tersine döndürdüğü küreselleşme dönemi ise kapitalist dünya sisteminin kendi içindeki politik ve ekonomik sorunlar nedeniyle krize girmiş ve yakın gelecekte çökmesi beklenmektedir. Küreselleşme sonrası ortaya çıkacak alternatif ABD, AB ve Doğu arasındaki hegemonik merkez mücadelesi, Kuzey-Güney arasındaki uluslararası politik mücadele ve son olarak da Porto Allegre Ruhu'nun gündemi belirli olmasa da küresel ölçekte ticarileşmeye karşı giriştiği/girişmesi gereken mücadeledir. Küreselleşme kapitalizmin kaçmak zorunda kaldığı son strateji olarak görünmektedir. Sistemin sürdürülebilirliliği olası görünmemektedir. Yerine gelecek alternatif ise yukarıda bahsedilen üç çekişme alanının sonucunda ortaya çıkacaktır.   
                                                                  Referanslar
Arrighi, Giovanni (2009), Adam Smith Pekin'de: 21. Yüzyılın Soykütüğü, Yordam Kitap: İstanbul.
Schumpeter, J. A. (2013), Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi, Alter Yayınları: Ankara.
Wallerstein, I. (2009), "Kalkınmacılık ve Küreselleşmeden Sonrası Ne?", Kudret Bülbül, der., Küreselleşme: Temel Metinler, Orion Kitabevi: Ankara, içinde, ss. 109-130.


Araş. Gör. Abdullah ERKUL
İktisat Bölümü - Balıkesir Üniversitesi
E-mail: erkul@balikesir.edu.tr


[1] Wallerstein 1960'lardaki devrimci hareketlerin ideolojik bağımlılığı aşamadığını düşünmekte ve "Porto Allegre Ruhu" dediği neoliberalizm karşıtı akımın ise daha bağımsız ve ekonomik eşitsizliklere dayalı küresel bir hareket olduğunu vurgulamakta ve 20-30 yıllık gelecekte dünya üzerindeki politik tartışmalarda önemli bir unsur olarak varlığını sürdüreceğini düşünmektedir. Yine de, Wallerstein'e göre sistemin çöküşü "Porto Allegre" gibi devrimci alt sınıf hareketlerinden değil de kapitalist sistemin kendi işleyişi içindeki farklı sebeplerden olacaktır.

[2] Bknz. Schumpeter, J. A. (2013), Kapitalizm, sosyalizm ve Demokrasi, Alter Yayınları: Ankara.

[3] Üretim maliyetlerindeki artış, emekçi kesimlerin tüketim kapasitesinin artması sonucu ücretlerin yükseliş trendine girmesidir.
[4] Giovanni Arrighi son kitabında bu mücadele üzerinde durmakta ve farklı senaryolarda oluşacak olumlu-olumsuz sonuçları değerlendirmektedir. Bknz. Arrighi, Giovanni (2009), Adam Smith Pekin'de: 21. Yüzyılın Soykütüğü, Yordam Kitap: İstanbul.

31 Ekim 2014 Cuma

İktisatta Tüketici Davranışları: Eleştiri ve Starbucks Örneği


I- Teorinin Tarihsel Geçmişi ve Metodolojik Bir Eleştiri
_50648130_010937551-1
İktisat biliminin komşu bilimler olan antropoloji, sosyoloji, psikoloji ve tarih bilimiyle yaptığı alışveriş, insanın iktisadi davranışlarının tarihsel süreçte nasıl şekillendiğini ortaya koymaktadır. Bu davranışlar birçok zaman sosyal, ekonomik, dini ve bireysel birçok nedene bağlı olabileceği gibi kişisel haz, itibar, saygınlık, aile-topluluk çıkarı ve toplumun genel çıkarı gibi çok yönlü amaçları olabilmektedir. Ekonomik olan davranışlar diğer davranışlarla iç içe olduğundan bu ikisi arasında bir ayrım yapmak çoğu zaman oldukça zordur. Karl Polanyi’nin Büyük Dönüşüm (1944) ve diğer çalışmalarında gösterdiği şekliyle piyasa ekonomisi (kapitalizm) öncesi topluluklarda "ekonomik" ve "sosyal" hayat iç içe geçmiş (embedded) bir biçimdedir. Polanyi’nin iktisat bilimine getirdiği tarihsel boyutla birlikte insan davranışlarının toplumların içinde bulunduğu ekonomik sistemle ve sahip oldukları kurumsal yapılarla yakından ilişkili olduğu anlaşılmıştır. Diğer taraftan neoklasik iktisat okulu tarihsel boyutu dışlayarak tüm insanların tam rasyonel, bireysel çıkarları doğrultusunda hareket eden ve hata yapmayan bireyler olduğunu varsayarak iktisadi insan (homo economicus) modellemesini benimsemiştir. Bu sayılan özellikler Neoklasik modelin tam rekabet, asimetrik olmayan bilgi ve tutarlı/devamlı[1] bireysel tercihler varsayımlarına karşılık gelmektedir. Modern iktisat ders kitaplarında birey modellemeleri ağırlıklı olarak bu yöndedir.


Diğer taraftan insan doğası hiçbir zaman Neoklasik öğretinin modellediği biçimde olmamıştır. Bu konuda Karl Marx, Max Weber, Joseph A. Schumpeter ve Albert O. Hirschman farklı açıklamalar öne sürmektedir. Birçok iktisatçı insan davranışlarında bir evrim/değişimden söz etmekte, eski ile yeniyi ayıran gelişmeler üzerinde durmaktadır. Söz konusu gelişmelerden en önemlileri arasında sanayi devrimi, kapitalizmin ortaya çıkışı ve sekülerizm/hümanizma hareketini saymak mümkündür. Karl Marx ve Max Weber kapitalizm ile birlikte insan davranışlarında kopuş derecesinde bir farklılaşmayı savunmuşlardır[2]. Weber’e göre pre-kapitalist dönemde ahlaken erdemsiz bir davranış olarak görülen kâr peşinde koşma Protestanlıkla birlikte en erdemli ve dünyevi kurtuluşu sağlayan bir hareket olarak kabul edilmiştir. Schumpeter ve Hirschman aydınlanma ve hümanizma ile birlikte bireyselleşmenin arttığını ve ardında iktisat biliminin kişisel zevk ve tercihleri inceleyen bir bilime dönüştüğünü savunmaktadır. Smith ve daha öncesinde Mandaville gibi aydınlanma dönemi düşünürlerinin eserleri toplumsal ahlak ve değer yargılarını etkilemesi nedeniyle önemli bulunmaktadır. Gerçekte Schumpeter ve Hirschman insan davranışlarında kapitalizm öncesi ve sonrasında sürekliliği savunurken değişenin yalnızca bireysel zevk ve tercihlere olan toplumsal kabul koşulları olduğunu söylemektedirler.
Günümüze gelindiğinde bireysel zevk ve tercihlere ait modellemelerin metodolojik olarak tartışıldığı nokta gerçekçi varsayımlara dayanıp dayanmaması veya modellemenin açıklama gücü değil, modele dayalı tahminlerin doğruluğudur. Ortodoks iktisat anlayışı içindeki genel kabul, hatta sorgulanmadan yapılan uygulama budur. Bu türdeki faydacı modelleme anlayışının en büyük savunucusu Milton Friedman’dır. Friedman’ın “The Methodology of Positive Economics” (1966) adlı makalesi bireysel davranış modellemelerine ait metodolojik tartışmayı farklı bir boyutta ele alarak modelin gerçekle uygun varsayımlara sahip olması veya gerçeği açıklama oranına değil de belirli bir olguyu tahmin edebilme noktasına eğilmektedir.
Adam Smith ile başlayan liberal iktisat yorumu insanın doğallığını toplumsallığına tercih ederek gelişmiştir. Bu yorumda insanı bir nucleus biçiminde ele alarak adeta bir Robinson Crusoe ekonomisi çerçevesinde açıklamalar yapmışlardır[3]. Zamanla insanın içgüdüleri, eğilimleri ve hazcı özellikleri temel talep yasalarının altında yatan varsayımlar olmuştur. Polanyi'nin bu yaklaşıma getirdiği eleştiri insanı doğal ve değişmeyen bazı özelliklerin toplamı olarak görmek yerine toplumsal ve tarihsel koşulların belirlediği bir birey olarak ele almaktır. Bu sebeple tek tek bireyler yerine toplulukların genel iktisadi davranışlarını belirleyen koşulları, davranış kalıplarını açıklamayı seçmektedir.
Talep konusu Smith tarafından ilk olarak ele alındığında onu bir kısmi denge analizi çerçevesinde düşünmüştür. Smith’in analizlerinde kullandığı “değişim değeri” ve “kullanım değeri” gibi kavramlar modern anlamının gerisinde “elmas-su paradoksu” çerçevesinde açıklanmış ve bütünlüklü bir mübadele analizi teşkil etmeyen bir tarzda verilmektedir. Ulusların Zenginliği (1774)’nde yapılan analizlerde talep kısa dönemde etkili olabilmekte (“piyasa fiyatı”nın belirlenmesinde) fakat uzun dönemde bir malın “doğal fiyatını” üretim faktörlerin belirlemektedir. Uzun dönemde talebi “fiili talep” olarak görmekte ve üretim maliyetlerini ödemeye razı olanlar tarafından oluşturulduğunu ileri sürmektedir. Uzun dönemde talep etkisizdir, piyasa dengesi tamamen arz koşullarıyla belirlenmektedir (Uzun dönem arz eğrisinin yatay bir çizgi oluşunu düşünelim).
Smith’ten sonra talep kuramı daha teknik ve bolca varsayımlara bağlı olarak tanımlanmıştır. Marshall’dan beri ise bu kuram bireylerin piyasa davranışına dair “istatistiksel yasa” olarak kabul edilmektedir. "Oluş olasılığı bire yakın fakat hiçbir zaman bire eşit değildir" (Blaug 2009, 155). Zevkler, tercihler, gelirler ve öteki fiyatlara bağlı olarak bir mal eğer Giffen malı ya da gösteriş malı değilse bu malın fiyatındaki artış o mala olan talebi düşürecektir. Yine de piyasadaki mallara ait talep eğrileri çoğunlukla negatif eğimlidir. Klasik iktisatçılardan beri rekabetçi piyasanın iktisat teorisindeki yerine bakıldığında bunun tamamlayıcısı olan negatif eğimli talep eğrisinin savunusu kolaylıkla anlaşılabilir.
Gerçekte ise herhangi bir zamanda gözlenebilen bir malın piyasa talep eğrisi üzerindeki tek bir noktadır. Talep eğrisini tamamlamaya kalktığımız zaman, Marshall’ı ceteris paribus koşulunu ortaya atmak zorunda bırakan, ilgili piyasa arz koşulları, zevkler, gelecekteki fiyatlar, tüketicinin geliri ve diğer fiyatlar hakkında güçlü varsayımlar yapabilmemiz gerekmektedir. Bir malın alternatifleri veya yakınlarıyla olan göreli fiyat değişimleri reel gelirde etkili olmaktadır. Bu sebeple bir malın fiyatındaki değişim gelir ve ikame etkileriyle birlikte değişim miktarını etkilemektedir. İlk defa Slutsky ve Hicks tarafından talep miktarının fiyattaki değişime olan tepkisi gelir ve ikame etkileri olarak ayrıştırılmıştır. Hicks’in geliştirdiği kayıtsızlık kuramı her ne kadar ordinal (sıralanmış) fayda hesabına dayansa da, aynı marjinalistlerin benimsediği kardinal hesap gibi “rasyonellik” koşuluna bağlı kalmaktadır. Ayrıca birbirine yakın ikili mal seçeneklerinin çift olarak karşılaştırılmalarını gerektirdiği için oldukça öznel ve gözlemlenmesi mümkün olmayan bir yaklaşımdır. Gelir etkisi toplam fayda düzeyiyle tanımlandığı için fiyat değişiminin sonucunda gerçekleşecek talep miktarındaki değişimi öngöremeyiz. Sonuç olarak talep yasası gerçekleşen talebin geriye dönük (ex post) gösterimi olarak kalmaktadır[4] (Blaug 2009, 157).
Samuelson’un gösterilen/esinlenmiş tercih kuramı (Revealed Preference Theory) ise tüketicilerin daha çok malı az mala tercih ettiği durumda gelirleri arttığında bu maldan daha fazla alıyorlarsa, fiyatı artınca da bu maldan bu maldan daha az alacaklarını söylemektedir. Bu teori tüketici tercihlerini onların esinlendiği davranışlardan çıkarım yaparak ortaya koymayı amaçlamaktadır. Fayda kuramına benzer şekilde esinlemiş tercihler kuramında “çoğu aza tercih etme”, tutarlılık ve birçok farklı mal arasında geçişkenlik yapabilme gibi varsayımlar bulunmaktadır[5].
Bu eleştirilerden sonra elimizde kalan verili tercihler doğrultusunda yapılan mekanik çizimlerden ibarettir. Fakat talep kuramı tercihleri sabit/verili kabul etmek yerine bunların içsel olarak nasıl değişip geliştiğini araştırmalıdır (Blaug 2013, 424). Reklamcılık, pazarlama ve diğer fiyat dışı rekabet süreçleriyle firmalar mallarını farklılaştırmakta ve yeni istekler oluşturmaktadırlar. Başarılı fiyat dışı çalışmalar sonucu tüketiciler kaliteyi ya da öne çıkarılan faydayı o malla özdeşleştirdiğinde fiyatlardaki değişim tüketicinin gözünde o malın doğasını da değiştirmekte ve klasik negatif eğimli talep eğrisi geçersiz kalmaktadır. Günümüz piyasalarının bu özelliği birçok malda talebin fiyattan daha çok yenilik, reklamcılık ve pazarlama faaliyetleri sonucu belirlendiğini göstermektedir. Herhangi bir malın fiyatında gerçekleşen artışlar çoğunlukla üretimle ilgili olmakla beraber kıtlık argümanı bu artışlarda sanıldığının aksine etkili olmamaktadır. Fiyat artışlarının tüketici üzerindeki etkisi çoğu zaman malın kalitesinde ve Lancaster’in deyimiyle karakteristiklerinde[6] pozitif yönde bir değişim olarak algılanmaktadır.
Önceki paragraflarda belirtildiği gibi piyasa ekonomisi önceki iktisadi sistemlerden tüketici ve üreticilerin amaçları ve davranışları bakımından oldukça farklıdır. Piyasa ekonomisiyle birlikte tüketim, yalnız başına tüketim değildir. Tüketimin ideolojik ve toplumsal bir boyutu da vardır. Tüketiciler kendini gerçekleştirme (self-realization), ekolojik kaygı, toplumdaki rol-modeller (çoğu zaman bir ünlü kişi) ve gösterişçi tüketim eğilimi (conspicious consumption) gibi pek çok zaman açıkça ifade edilmeyen ve deneysel olarak araştırılması güç saiklerle tüketim ilişkisi içine girmektedir.

II. : Starbucks ve Küresel Perakende Kahve Piyasası
Passion_Ad
Kahve çekirdeklerinin köylülerden "adil fiyat"lardan alındığını vurgulayan bir reklam
Klasik ihtiyaçlar hiyararşisinde tabandan tepeye doğru çıkıldıkça özçıkar (self-interest) yerini diğergamcılığa (alturism) ve toplumsal statü ve saygınlık arayışına bırakmaktadır. Tüketici tercihlerini şekillendiren bu olguya paralel olarak yüksek refah düzeyiyle ortaya çıkan tüketimcilik (consumerism) akımı insan doğasındaki sosyal ve ahlaki boyut ile karşı karşıya gelmektedir. İşte insanın bu yadsınamaz toplumsal yönü görece yeni ve insan doğasındaki zıt güdülerin birleşimini içeren bir tüketici tercih biçimini ortaya çıkarmaktadır.
Modern pazarlama teorisinde firmaların ürettiği mal kadar üretimden elde ettiği gelirin nereye gittiği, firmanın üretim sürecinde ekolojik dengeye karşı gösterdiği duyarlılık ve toplumsal kaygıları önem arz etmektedir. Bu anlayışla birçok firma doğrudan iktisadi getirisi olmayan sosyal sorumluluk projeleri yürütmekte, ekolojik düzene zarar vermeyen üretim tekniklerini tercih ettiğini farklı yollarla tüketicilerine duyurmaktadır.
Söz konusu tüketici tercihlerini düşünen ve dahası bu tercihleri şekillendirmeyi başaran bir örnek olarak Starbucks kahve dükkanı zincirlerini örnek verebiliriz. Starbucks dükkanlarında çekirdek kahve satışı ve hazır içecek satışı yapılmaktadır. Kahve fiyatlarının yüksek oluşu temel olarak iki nedene bağlıdır ve bu iki neden tüketicinin Starbucks’ı tercih etmesine katkı yapmaktadır. Çekirdek kahve ambalajlarında ve dükkan içindeki panolarda duyurulan “Fair-trade Certificate” çekirdek kahvelerin üretildiği bölgelerdeki köylülerden "adil" fiyatlarla alındığını belirtmektedir. Bu yolla köylü üreticilerin desteklendiği ve sömürünün olmadığı vurgulanmaktadır. Latin Amerika’daki köylü kahve üreticilerinin desteklemesine ek olarak ekolojik sistemi korumaya verdiği önem de tüketiciye aktarılmakta ve firmanın toplumsal hassasiyeti vurgulanmaktadır. Bu yönleriyle müşterilerine tüketimcilik (consumerism) karşıtı bir kimlik kazandırmaktadır.
starbucks frappuchino
Yüksek fiyatların tüketici tarafından kabul görmesineki ikinci neden Thorstein Veblen tanımladığı şekliyle gösterişçi tüketimi ortaya çıkarmasıdır. Toplumsal olarak bir fincan kahve için ödenebilecek ortalama fiyatın üzerinde belirlenen satış fiyatları, tüketicileri bu fiyatı ödeyemeyen insanlardan ayrıştırarak toplumsal tüketici hiyerarşisi oluşturmaktadır. Bireysel olarak kendini gerçekleştirmenin bir yansıması olan bu duruma içecek bardaklarına müşterilerin isimleri yazılarak servis için soyisimleri kullanılmadan yalnızca isimleriyle çağrılmaları Starbucks’ın uyguladığı modern bir satış tekniğidir. Her şeyden öte tüketicinin kendini özel hissetmesi bu uygulama amaçlanan ana amaçtır. Yüksek fiyatlarla tüketici ayrıştırması ve tüketiciye kendini özel hissettirecek satış taktikleri gösterişçi tüketime neden olarak tüketicilerin Starbucks’ı tercih etmelerini sağlamaktadır.


Abdullah Erkul

Araştırma Görevlisi 
İktisat Bölümü - Balıkesir Üniversitesi


Referanslar
Blaug, Mark (2009), İktisatta Yöntem veya İktisatçılar Nasıl Açıklıyor, Ankara: Efil Yayınevi.
Blaug, Mark (2013), İktisat Kuramının Geçmişine Bakış, Ankara Efil Yayınevi.
Friedman, Milton (1966), "The Methodology of Positive Economics", içinde Essays In Positive Economics, Chicago: Univ. of Chicago Press, pp. 3-16, 30-43.
Hirchman, Albert O. (2008), Tutkular ve Çıkarlar, İstanbul: Metis.
Karagöz, Ufuk (2011), The Economic Adventures of Robinson Crusoe: An Institutionalist Critique And Reinterpretation, Middle East Technical University, Unpublished Msc Thesis.
Mas-Colell, Andreu (1995), Microeconomic Theory, New York: Oxford University Press.
Polanyi, Karl (2013), Büyük Dönüşüm, İstanbul: İletişim Yayınları.
Smith, Adam (2009 [1776]), Ulusların Zenginliği, Ankara: Palme Yayıncılık.
Dipnotlar
[1] Tutarlılık/devamlılık özelliği talep eğrisinin düz ve kesiksiz oluşturulmasında gerekli matematiksel bir özelliktir. Bknz Mas-Colell, Andreu (1995), Microeconomic Theory, New York: Oxford University Press.
[2] Marx yabancılaşma, Weber ise Protestan ahlakı ile eski ile yeni arasında bireyselleşme yönünde bir farklılaşma gerçekleştiğini ileri sürmektedirler.
[3] Genellikle mikro iktisadi analizlerde kullanılan iki agent ve iki maldan oluşan basit takas ekonomisinin tarihsel süreciyle ilgili bknz. Karagöz, Ufuk (2011), The Economic Adventures of Robinson Crusoe: An Institutionalist Critique And Reinterpretation, Middle East Technical University, Unpublished Msc Thesis.
[4] Bu durumda bilimsel bir yöntem olarak talep yasası olumsuzlanması (to be falsified) imkânsız bir kuramdır.
[5] Talep analiziyle ilgili olarak kilit nokta gerçek gelir esnekliklerinin deneysel olarak ölçülmesidir. Bu gerçekte başarılmadan talep eğrisinin negatif eğimli olduğu bile gösterilemez (Lipsey 1989, 164).
[6] Lancaster’in fayda kuramına alternatif olarak geliştirdiği malın karakteristik özellikleri kuramı, tüketicilerin bir malı fayda hesabına tabi tutmak yerine o maldaki karakteristikleri değerlendiğini ileri sürmektedir. Ayrıntılı bilgi için bknz Blaug (2009; 160).